13 Kasım 2010 Cumartesi

Gönenli Mehmed Efendi(k.s.)

Sultanahmet Camii’nin eski baş imamlarından Gönenli Mehmet Efendi, devrimizin maneviyat sahiplerinden büyük bir zattı. Anadolu’dan İstanbul’a okumak için gelen her gariban ondan hem maddi hem manevi destek görmüştü. Kendisi müstağni bir hayat yaşamasına rağmen, talebelerinin ihtiyaçlarını gidermek, yedirmek, içirmek, giydirmek için elinden gelen gayreti gösterirdi. Muhtelif camilerde yaptığı dersten sonra etrafını çeviren muhtaç talebelere para, yiyecek ve giyecek dağıtır, tertipli ve düzenli hareket ederdi. Hoca Efendi’nin sağ cebi, talebe-i uluma verilecek olan paranın geçici bir kasası gibiydi. Bu kasanın geliri hiç azalmamış, bilakis çoğalmıştı. Gönenli Mehmet Efendi veren el olmanın manevi hazını doya doya, duya duya yaşamıştı.
Bu muhterem zat, muhtaç talebelere sadece talebeliklerinde yardım etmekle kalmaz, mesleklerini kazandıktan sonra da, “Paraya ihtiyacınız var mı?” diye sormaktan geri kalmazdı. Kendisi için asla bir şey istemeyen bu mübarek insan, fakir öğrenciler için, her türlü fedakârlığa katlanırdı. Zengin Müslümanlar, Hoca Efendiyi karşılarında gördükleri zaman derhal kasalarını ve keselerini açarlardı. Çünkü onlar Gönenli’nin bu paraları kuru kuruşuna muhtaçlara dağıtacağına, en küçük bir suiistimalde bulunmayacağına kesin olarak inanıyorlardı.
Gönenli Hoca, İslam’ı anlatırken genellikle müjdeleyici, bir üslup kullanırdı. Camiye gelenleri tebrik ederdi “Maşallah, ne iyi ettiniz de camiye geldiniz. Sizler ne kadar mübarek insanlarsınız!” derdi. Vaaz kürsüleri, minberler ve mihraplar onun müjde demetleri sunduğu, ümit ışıkları saçtığı kutlu mekanlardı.
Bir gün Üsküdar’da dolaşırken orta yaşın üstünde bir kadın yanıma yaklaştı. “Evladım Gönenli Mehmet Efendi’nin camisi nerede?” diye sordu. Bildiğim kadarıyla Üsküdar’da onun adıyla anılan bir cami yoktu. Aslında bütün İstanbul camileri onundu. Nitekim Üsküdar Bülbülderesi’ndeki küçük camiye de her hafta geliyor, hanımlara ders yapıyordu. Kadının o camiyi sorduğunu anladım ve tarif ettim. Merhum bu konuya o kadar önem veriyordu ki muhibbanından bir zat, “ Siz Hazreti Ömer meşrebindensiniz. O da hanımlarla çok ilgilendi. Siz de öyle yapıyorsunuz demiş, Hoca Efendi’nin büyük bir sevinç duymasına vesile olmuştu. Gönenli, duyduğu manevi mutluluğu dile getirmek için, “Hay Allah razı olsun! Ben, birisinin bu sözü bana söylemesini öteden beri bekliyordum. Çünkü gençliğimde bana, ‘Sen Ömeriyyü’l meşrepsin’ diye rüyamda söylemişlerdi. Ömrüm boyunca bunu bekliyordum. Birinin bunu teyit etmesini istiyordum. Bunu, Cenab-ı Hak size söyletti. Allah sizden razı olsun!” demişti.
Son zamanlarında Kadıköy’deki Osmanağa Camii’ne de devam ediyor, öğle namazından önce kısa, fakat veciz bir konuşma yapıyordu. Gönenli’nin geldiği günler cami ağzına kadar doluyor, adım atacak yer kalmıyordu. Camiden çıkarken birkaç defa mübarek elini öpmeye teşebbüs ettiysem de başarılı olamadım. Merhum hocamız el öptürmüyor, çevik bir hareketle geri çekiyordu.
Allah şefaatine nâil eylesin!..

EYÜP HAYRANI BİR PADİŞAH

Otuz altı Osmanlı padişahının altısı Bursa’da, yirmi dokuzu İstanbul’da, biri de Şam’da gömülüdür. Hükümdarların bir çoğunun türbesi kendi yaptırdıkları camilerin yanı başında bulunuyor. Fatih, Yavuz, İkinci Bayezid, Kanuni, Birinci Ahmet gibi… Bazı padişahların ise kendi arzu ettikleri yere değil de, iş başına gelen yeni yönetimin istediği mekana defnedildiklerini biliyoruz. Eğer rivayet doğruysa, Sultan İkinci Abdülhamit, Fatih haziresine gömülmeyi istiyormuş. Fakat İttihatçılar onun bu arzusunu yerine getirmiyorlar, İkinci Mahmut türbesine defnediyorlar. Yeri geldiği için belirteyim, bu türbede üç padişah yan yana yatıyor.
Bazı padişahlar da, türbelerini daha hayattayken hazırlatıyorlar. Mesela Abdülmecit, çok sevdiği Yavuz Sultan Selim’in hemen yanı başına gömülmek istediği için türbesini onun bulunduğu mekâna yaptırıyor. Gariptir ki, hem Yavuz’un hem de Abdülmecit’in türbeleri, diğer Osmanlı padişahlarına göre daha az ziyaretçi tarafından ziyaret ediliyor. Her ne ise… Ölmeden önce türbesini yaptıran diğer bir padişah da Sultan Reşat’tır. Hayli ileri bir yaşta tahta oturan bu hükümdar, halim selim, Mevlevi meşrep bir insandı. Ancak ülkenin en sıkıntılı günlerini yaşadığı bir dönemde iş başına geçmişti. Bütün yetki İttihatçıların elindeydi. Sultan Reşad’ın padişahlığı sembolikti. İttihatçıların dediği oluyor, memlekette onların borusu ötüyordu. Altı yüz yıllık Devlet-i Aliye’yi on yılda batıran bu adamlar, Sultan Reşad’ı da kukla gibi kullanıyorlardı. Padişah, astığı astık, kestiği kestik olan İttihatçıları çok yakından tanıdığı için kendine göre bazı tedbirler almak istiyordu. Nitekim, bunların ne yapacağı belli olmaz demiş, hayattayken türbesini bizzat kendisi hazırlatmıştı. Padişah uhrevi belde Eyüb’ü çok sevdiği için, türbesini de “Alemdar-ı Resulullah”ın bulunduğu bu mekânda inşa ettiriyor. Rivayete göre de, “Ebedi uykumu kuş sesleri ve çocuk sesleri arasında uyumak istiyorum” dermiş. Efendim, bilmem belirtmeye gerek var mı, Eyüb’ün kuş sesleri öteden beri meşhurdur. Çocuk sesleri ise, türbenin hemen yanı başında bulunan ve aynı padişah tarafından yaptırılan mektep (okul) ve tabii ki, burada okuyan, cıvıl cıvıl bir manzara teşkil eden minik öğrencilerin sesleri kast edilmektedir.
İşte, bu Eyüp’teki türbesinin temel atma merasiminde Sultan Reşad da hazır bulunuyor. Tam bu sırada padişahın büyük oğlu Ziyaeddin Efendi kendini tutamayıp ağlamaya başlıyor. Durumu gören padişah, oğlunu yanına çağırıp “Niçin ağlıyorsun?” diye soruyor. Oğlu, “Çok üzüldüm efendim, dayanamadım” deyince padişah şunları söylüyor:
- Hiç üzülme. Ben, hiç olmazsa şurada yatacağımı biliyorum. Benden sonra gelenler, bakalım bu topraklarda yer bulabilecekler mi?
Kaderin şu garip tecellisine bakarız ki, Sultan Reşad’ın tahmini doğru çıkıyor, kendinden sonra tahta geçen Sultan Vahideddin, yurt dışına çıkmak zorunda kalıyor. Bin bir çileli bir gurbet hayatı yaşadıktan sonra hayata veda ediyor. Haciz konulan cenazesi, sonunda Şam’da defnediliyor.
İşte tam bir ibret tablosu!..


ÖT KEKLİĞİM ÖT

Yıl, 1609 Anadolu eşkıya isyanlarıyla kaynıyor. Halk canından bezdirilmek isteniyor. Söz konusu eşkıya hareketinin en güçlü olanını, Abaza Hasan Paşa’nın adamları teşkil ediyor. Bunların yola getirilmesi, kendilerine gerekli dersin verilmesi için devrin vezirlerinden İsmail Paşa görevlendiriliyor.
İsmail Paşa üç koldan hareket ederek eşkıyayı bir güzel kıstırıyor. O kadar ki, bu devlet ve millet düşmanlarının yakayı kurtarmaları artık mümkün olmuyor. Paşa, aynı amaçla Konya’ya ulaştığı zaman garip bir olayla karşılaşıyor. İki tarafa gönderilen ağaların biri, sekiz Mevlevi dervişini yakalayıp getiriyor. Alelacele divan kuruluyor ve paşa kendilerini sorguya çekiyor. Sözde dervişler; “Bizler Mevlevi fukarasıyız!” diyorlar. Bunun üzerine İsmail Paşa bir Mesnevi-i Şerif ile bir ney getirtip “Mevleviler ya Mesnevi okurlar, ya ney çalarlar veya sema ederler. Seyahate çıkan bir Mevlevi bu üçünden birine vakıftır. Bunları bilenlere ilişilmez” diyor.
Bunun üzerine biri, Mesnevi okudu, biri Ney üfledi, ikisi sema etti. Paşa, onları serbest bıraktı, diğer dört neferi ise herhangi bir hünerleri olmadığı için tutuklattı. Meğer bu adamlar, Abaza Paşa’ya mensup dört ünlü bölükbaşıymış. Kendilerini kurtarmak için başlarına Mevlevi külahı geçirmişler.
Paşa, bunların elinde ne kadar silah varsa, hepsini teker teker toplayıp, katar katar İstanbul’a göndermiş. İçlerinden biri dağda dolaşırken, o güzel sesiyle öten bir kekliğe rastlamış. Dayanamamış ve “Öt gidinin kekliği öt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder