15 Kasım 2010 Pazartesi

DİLBİLİM – BİLİNÇDIŞI İLE İLİŞKİSİ

Fiona Faraci
ARALIK 2003




“İnsan, varolduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde bulunduğu evreni tanımaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur. Bunun nedeni ise, en gelişmiş canlı olan insanın, yine insan tarafından incelenmiş olmasıdır”.

(Engin Geçtan).

Birey, kendini korumak ve geliştirmek adına toplumları oluşturmuştur. Toplum içerisinde yaşayan en gelişmiş varlık ve kendini, dil aracı ile

ifade eden tek canlı insandır. Dilin öznesi hem birey hem kültür diyebiliriz.1 Dil, bireyin bir toplum içerisinde kendini ve başkalarını tanımak için

kullandığı bir araçtır. Dilin öznesi birey dediğimiz zaman, kişinin kendine özgü bir dil anlayışı olduğunu ifade etmiş oluruz, ama bu özgün ifadenin ne denli toplumsal öğelerden ayrıştığını saptamak ta zordur. Bu ikileme, Jung bir açıklama getirmiştir; “İnsan ruhlarının birbirlerinden bu denli ayrı olduklarını tanımak yaşamımın en şaşırtıcı deneyimlerinden biri olmuştur… Bireysel bilincimize karşın, yine de benlik bilinci, denizde yüzen bir gemiyi anımsatırcasına ırksal bilinçaltının engin sahası üzerinde yer alır… kökensel bilinçaltı da bireysel bilinçleri sarar çepeçevre” (Jung, 1944, s.42) Dil ne kadar sözlü ve yazılı anlatım içerisinde var ise, simgesel düzeyde de etkinliğini sürdürmektedir. “Dilin simgeselliği” ise bilinçdışında, düşüncelerin farklı bir anlatım tarzı, (örneğin; metaforik anlatım), içerisinde ifade edilen bir düzeyde daha etkin olarak görülmektedir. Murat Tura’ya göre, yapılan temel hatalardan biri, öznenin oluşumunda dil’in rolünü göz ardı etmekle oluşur. İnsan, ancak “Simgesel Düzen’e”, yani dil’e girdiği zaman biyolojik bir varlık olmaktan çıkarak kültürel bir varlık, özne olur.

Dilin, bilinçdışı ile ilişkisini anlamak üzere, Freud ve Lacan’ın konu ile ilgili yaklaşımları ele alınacaktır. Ayrıca, Bourdieu’nün simulacra adını verdiği yeni “gerçek” dünyaya ve bilinçdışı ile bağlantısına kısa bir geçiş yapılacaktır. Son olarak, bilinçdışı olguların, dil kullanımı ve otorite simgesinden nasıl etkilendiği ortaya konulacaktır.

Dr. Boone’a göre, beynimiz, dil aracılığı ile ifade edilen düşüncelerimizi iki ayrı mesaj olarak aynı anda ortaya koymaktadır. İlk mesaj, “ileriye dönük” (açık) olandır. Dil yardımı ile ifade edilen bu mesaj çeşidi, bilinç düzeyinde olan ve kişiler arası etkileşimi sağlayan bir ifade biçimidir. Boone’un ikinci dil aktarımına tekamül eden sözcük ise, ters (kapalı) aktarımdır ve bilinçdışı süreçlerle beslenmektedir. Bu düşünceye göre, ters aktarım kişinin iletişim sırasında ne hissettiğini ifade etmektedir ve birinci mesaj şeklini tamamlamaktadır. Kapalı aktarım, konuşma düzeyinde kendini birçok bilinçdışı metaforlar aracılığı ile ortaya koymaktadır. Boone’a göre, metaforlar bilinçdışının resimsel olarak ortaya çıkışını simgelemektedir. Ters aktarım kuramını birçok düşünür ve araştırmacı “saklı dil” olarak adlandırmıştır. Bilinçdışı’nın kendini yüzeyde ifade etme biçimleri farklılaşır ama kişinin “bilinçsiz” aktarımı dil ile ifade edildiği derecede ve sürece birçok anlam taşır. Kişinin kendini ve etrafında gelişen olayları anlatım şekli (açık veya kapalı olabilir) bir klinisyen için her zaman önemli ve açıklayıcıdır.


Bilinçdışının yüzeye yansıtılma biçimi birçok farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Freud, araştırmalarında dil sürçmelerine oldukça geniş bir yer vermiştir ve onları psikolojik veriler olarak algılamış ve araştırmıştır. Freud’a göre, her bir dil sürçmesi, derin bilinçdışı motivasyon sonucu ortaya çıkmaktadır ve bilimsel adları “parapraxes’dır”. Freud, “Bilinçdışı bir düşüncenin, sonradan bilince doğru yolunu zorlayabilmek için kendini bilinçöncesine taşımaya çalıştığından söz edebiliriz” der. (Freud; Düşlerin yorumu II). Bu açıklamasında, Freud sadece dil sürçmelerini ele almamaktadır, düşlerin ve onların aktarımından ortaya çıkabilecek bilinçdışı mesajları da kastetmektedir. Freud’a göre, dil ile aktarılan her bilgi parçacığı içerisinde bir bilinçdışı öğesi bulunmaktadır. Dil sürçmesi hataları üç farlı şekilde ortaya çıkabilir. Bunlardan ilki, anlam hatası olabilir, ikincisi ise ses hatası ve son olarak anlam ve ses hataları olarak görülebilir. Freud, düşlerin bilinçdışını yansıtan metaforlarla dolu hikayeler olduğunu ifade etmiştir. Her metafor “insanı kendinden biraz daha uzaklaştırır”, kendini anlamasını ve tanımasını zorlaştırır. Bir metafor ile ifade edilen bir bilgi (kişisel bilgi) kişinin kendini anlamasını zorlaştırır, burada birey farklı – kendinden uzak – bir anlatım kullanarak açık bir şekilde algılanabilecek veya algılayabileceği bilgiden uzaklaşır. Kendini tanımak veya kişisel bir düşüncenin bilincine varabilmek için, insan daha sade ve yalın ifadelere ihtiyaç duyar. Bireyin “kabullenmekte” zorluk çektiği birçok düşünce (bunların içine tabular da girer) bilinçdışı mekanizmalar tarafından “örtük” bir şekilde ifade edilir (üstte belirtildiği gibi bir metafor veya dil sürçmesi aracılığı ile olabilir).

Freud, bilinçdışı’nın içeriğini bilinç düzeyine getirerek kişinin gelişiminde önemli adımlar atılabileceğini düşünmüştür. Ama, “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır” argümanına dayanan ünlü düşünür Lacan, bunun imkansız bir düş olduğunu ifade eder. Lacan’a göre, bilinçdışı ulaşılamaz ve kontrol edilemez olmakla birlikte ego veya “ben” aslında sadece insanların düşünce karmaşasına uğramamaları için varsanılan illüzyonlardır. Lacan, Mirror Stage adını verdiği çalışmasında, çocukların, bir illüzyon olan benlik duygusuna nasıl ulaştıklarını araştırmıştır. Lacan bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını ifade ederken Freud’un kullandığı “yoğunlaştırma” (condensation) ve “yer değiştirme” (displacemet) kavramlarından yardım almaktadır. Bu iki kavramda dilbilim ile bire bir ilişkilidir ve anlamın metaforlarda olduğu gibi yoğunlaşmalarda veya metonymlerde olduğu gibi yer değiştirdiğini ifade etmektedir. Lacan, bireyin bilinçdışı öğelerini bilinç düzeyine getirme olasılığı olmadığını daha açık ifade etmek için bir sembol kullanmıştır; (S). Bu sembol Lacan’a göre kişinin bölünmüş benliğini imgelemektedir. Başka bir değişle, birey bölünmüştür, kendisi ile ilgili ulaşabileceği (bilinç düzeyinde) ve ulaşamayacağı (bilinçdışı öğeler) bilgiler ile kaplıdır ve “benlik” duygusunun oluşumu bu nedenle sadece bir hayaldir. “Bilinç kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş gerçeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebilir, düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın kendisine yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira, bilinçdışı da insanın kendi gerçeğini kültürel bir koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır” (Hakan Kızıltan, 2002, s. 2). Lacan’a göre, bilinçdışı “sürekli dönen bir çark’a” benzer çünkü kendisi de Derrida gibi bir şeyin “gerçek” anlamına asla ulaşılamayacağına inanır. Derrida’nın söyleminde olduğu gibi, Lacan bir anlamın merkezi olduğuna inanmamaktadır ve bu düşüncesini dilin bilinçdışı ile olan ilişkisine taşımıştır. Başka bir deyişle, bilinçdışına ulaşmanın bir İllüzyon olduğunu ifade ederken, Lacan, ulaşılması gereken “gerçek” anlama (burada bilinçdışında bulunan öğeler) ancak yaklaşılabileceğini ama, anlamın kişiyi her zaman başka bir anlama doğru sürükleyeceğini düşünmektedir. Lacan ile Freud’ü ayıran aslında bu düşüncedir. Freud bilinçdışının dil ile ifade edildiği sürece, ona ulaşılabileceğini ve bilinç düzeyine getirilerek daha “sağlıklı” bir varlık “oluşturulabileceğini” düşünmüştür. Lacan ise, dilin kıvraklığı nedeni ile ve ulaşılan “verilerin” yorumlanabilme çeşidine dayanarak bunun bir hayal olduğunu ifade etmiştir.

Bir örnek ile Freud ve Lacan’ın dile ve bilinçdışına yaklaşımlarının farklılığı ifade edilebilir. Beyond the Pleasure Principle adlı bir araştırmasında, Freud on sekiz aylık olan yeğeninin oynadığı bir oyundan söz etmektedir. Çocuk, ipe bağlı bir makara ile oynamaktadır ve onu her öne doğru attığında “burada” ve her arkaya doğru attığında ise “yok oldu” demektedir. Freud bu durumu yorumlarken, bir eşyanın yokluğunu annenin yok olma ihtimaline bağlı, çocukta oluşabilecek anksiyeteye benzetirken, eşyanın tekrar ortaya çıkışını bu endişe uyandıracak durumun yok olmasına bağlamıştır. Burada, dil aracılığı ile çocuğun sembolik düşünceyi oluşturmaya çalıştığı gözlenebilir. Bir eşyanın veya kişinin o anda orada olmamasının tekrar ortaya çıkmayacağı anlamına gelmemektedir artık. Lacan ise aynı “vakayı” incelemiş ve araştırmalarının sonucunu dile bağlamıştır. Lacan’a göre, bu durum çocuğun sembolik evreye veya dilin yapısına girişini betimlemektedir. “Dil, her zaman yok olanla veya olmayanla ilişkilidir” der Lacan. Kelimelere ancak istenilen bir şey yok olduğunda ihtiyaç duyulur Lacan’a göre, ve eğer etrafımızdaki dünya “gereken” her şey ile donatılmış olsaydı kelimelere gerek duyulmayacaktı. Lacan’a göre kayıp olmayan yerde dil var olamaz. Burada tekrar Lacan için, bilinçdışı’na ulaşmanın neden bir rüya, hayal veya illüzyon olduğu açıkça belirtilmektedir. Kelimeler eğer sadece kayıpları ararken var oldu ise ve bilinçdışı insanoğlu için bir bilinmez ise, o zaman bilinçdışı da bir kayıp sayılmalıdır. Kişi burada kendini tanımlama ve tamamlama olanağına sahip değildir. Bunun nedeni ise dilin sübjektivitesidir.
Dil, modernite’den postmoderniteye geçişinde oldukça önem taşımıştır. Artık, farklı bir “gerçek” olgusu yaratılmıştır ve bu değişime Baudrillard simulacra adını vermiştir. Bu “yeni dünyada”, temsil artık “gerçekten” daha “gerçek” hale gelmiştir. Baudrillard şöyle der; “biz, toplum olarak gerçek ile olan bağlantımızı koparmış bulunuyoruz”. Baudrillard dilin ve yaratılan gerçekliğin bizi var olmayan bir dünyaya taşıdığını söylemektedir. Dilin kıvraklığı sayesinde, belki bilincimizin dahil ulaşamadığı bir “gerçekliğe” doğru ilerlemekteyizdir. Baudrillard’ın burada ortaya koyduğu “yeni dünya” olgusu bilinçdışının bir yansıması olabilir. Farklı ifadelerle, resimlerle, çizgiler ve sembollerle birey ve belki de toplumun kendisi, bilinçdışı var olan olguların yansımasını yaşatmaktadır ve onu bir simulacra olarak yaşamaktadır. Simulacralar, “gerçeğin” bir kopyasıdır, hatta kopyanın kopyasıdır. Burada, Lacan’ın dil ile anlamın ilişkisi göz ardı edilmemelidir. Lacan’a göre, bilinçdışına ulaşamamanın nedeni dilin tek anlamlı olmadığı düşünülürse ve simulacraların kopyanın bir kopyası olduğu, o zaman Baudrillard ve Lacan arasındaki bağlantı kurulabilir. Eğer “gerçeğe” ulaşmanın yolu dil yardımı ile olacak ise ve bu iki düşünürün kuramları doğru ise, o zaman “gerçeğe” ulaşmak, bilinçdışına ulaşmak kadar bir illüzyon olacaktır.


Dilin kullanımı ve kimin tarafından ne şekilde kullanıldığı bilinçdışı mekanizmalarda yoğun bir etki yaratabilmektedir. Loftus (1993), terapistlerin dil kullanımının hastaların “sahte anılar” oluşturmasında nasıl bir etken olduklarını araştırmıştır. Son yıllarda, 1970’lerden beri, “sahte anılar” konusu yoğun tartışmalara yol açmıştır. Amerika’da bu konu ile ilgili dava sayısı artmıştır ve yoğun ilgi uyandırmaktadır. Yıllar sonra, kişi “tecavüz” veya benzeri nedenlerden dolayı, baba, kardeş veya yakın çevresinden bireylere dava açmaktadır. Bunlardan birçoğu “gerçek” vakalar olmasına rağmen, bazıları ise “sahte anı” olarak değerlendirilmektedir. Bu araştırmasında, Loftus, terapi esnasında kullanılan yönlendirici (imalı) dilin etkisini araştırmıştır. Loftus’a göre, birçok terapist hastalarının bastırılmış anılarını ortaya çıkarmak adına yönlendirici bir dil kullanmaktadır. İnsanlar bu durumda var olmayan anılar “yaratma” eğiliminde olabilirler. Loftus birçok örnek cümle vermektedir; “biliyor musun, deneyimlerime göre, seninle aynı sorunlarla başa çıkmaya çalışan birçok insan çocukken çok acı deneyimlere maruz kalmıştır – dayak yemiş veya saldırıya uğramış olabilirler. Ve senin başına böyle bir şeyin gelip gelmediğini merak ediyorum”, veya “semptomlarına bakılırsa, taciz edilmiş olma ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Bu konuda bana neler anlatabilirsin?”, veya daha kötüsü “bana tacize uğrayan insanları çağrıştırdın. Söyle bana o pislik sana neler yaptı?”. Bu tarz yaklaşımlar hastayı derinden etkileyebilir ve “sahte anı” oluşumunu güçlendirebilir. Loftus ayrıca Robinowitz’in yaklaşımına da yer vermektedir. Robinovitz’e göre, bir anı oluşturmak bazen bir kişi için çok önemlidir çünkü etrafınızdaki kişilerin belirli anıları vardır ve bu baskı insana var olmayan şeyler hayal ederek başkaları gibi olma arzusu ile “sahte anılar yaratmaya” kadar gidebilir.


“Anılarımıza ulaşma arzusu yeni, sahte anılar oluşturmamıza yol açabilir” (Loftus, 1993, p. 529).


Loftus (1994), terapistlerin etkisini ölçmek üzere yaptığı araştırmaların haricinde “sahte anılar” konusunda birçok makale yazmıştır. Gerçekleştirdiği araştırmalarının birinde, Eileen Franklin’in yıllar sonra babasını en yakın arkadaşını tecavüz edip öldürmekle suçladığı bir vakanın geçerliliğini değerlendirmiştir. Eileen tarafından polise verilen tüm ifadelerde, bundan yıllar önce gazetede yazılan ve yanlış olan ifadeler bulunmaktaydı. Bu cinayet gerçekleştiği zaman, gazetelerde daha geçerliliği saptanmamış bulgular bulunmaktaydı. Araştırma sonucunda gazetede yazanlardan farklı tespitler ve bulgulara ulaşılmasına rağmen, Eileen’in ifadesi tam tamına gazetede yazanlara uymaktaydı. Başka bir değişle, Eileen daha çocukken gerçekleşmiş olan bu olayı ailesinden duymuş ve yıllar sonra (terapi seanslarının da etkisi ile) farklı bir şekilde yorumlayarak “sahte bir anı” oluşturmuştur. Burada, bir kez daha dilin ve dış etkenlerin bilinçdışına ne denli etki ettiği görülmektedir. Bilinçdışında var olan bir “resim”, farklı yorumlanabilir, bir çok anlam taşıyabilir ve çeşitli yollardan bilinç düzeyine ulaşarak insanı yanılgıya uğratabilir.


Dilbilim ve bilinçdışı yoğun bir etkileşim içerisindedir. Bir çok düşünür, dilin kullanım çeşitlerinin bilinçdışını yansıtmada en etkin yol olduğunu savunmuştur. Bazıları ise, bilinçdışının yansıtılmasında dilin önemini vurgulayarak, bu etkileşimin “yanlış” veya “sahte” sonuçlar doğurabileceği sonucuna ulaşmıştır. Dil ile ifade edilen her bilgi, farklı kişiler tarafından farklı şekillerde yorumlanabilir. Bir kültürde anlamlı olabilecek bir ifade biçimi başka bir topluluk veya kültür içerisinde aynı önemi ve anlamı taşımayabilir. Burada, Derrida’nın düşünceleri önem kazanmaktadır. Derrida’ya göre, bir bireyin bir yazıdan, bir sözden veya bir resimden çıkaracağı her anlam kişiye özgüdür. Bu düşünceye, Jung’dan etkilenerek, kültür etkisini eklemek de mümkündür. Birçok düşünürün argümanları göz önünde bulundurulursa, determinist bir yaklaşım almanın yanlış olduğu görülecektir. Dil, Freud’ün savunmalarında olduğu gibi bilinçdışının bir “sözcüsüdür” ama yanılsamalara yol açabileceğini ve farklı şekillerde yorumlanabileceğini de göz ardı etmemek gerekmektedir.


Kaynakça:

*İnsan Olmak (Engin Geçtan, Metis, 2002).

*Bilgi Toplumuna Geçiş. Sorunsallar / Görüşler, Yorumlar / Eleştiriler ve Tartışmalar, (İlhan Tekeli, S. Çetin Özoğlu, Bahattin Akşit, Gürol Irzık, Ahmet İnam, Türkiye Bilimler Akademisi, Aralık 2002)

*Loftus, E. F. (1993). The reality of repressed memories. American Psychologist, 48, 518-537.

*Loftus, E. F. & Katcham, K. (1994). The myth of repressed memories. NY: St- Martin’s Press.

*Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi (C.G. Jung, Say Yayınları, 1999)

*Düşlerin Yorumu II (S. Freud, Payel Yayınevi, 2. basım, 1996)

*Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (S. Murat Tura, Ayrıntı Yayınları, 2. basım, Mart 1996).

*İçgörü. com J. Lacan ve Psikanaliz özeti, Lacan’ın yaşamı ve Psikanaliz’e katkısı. (Hakan Kızıltan, makale yayın tarihi, 2002)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder